7. BÖLÜK/ DOĞAN KARAKOLU VE SINIRÖTESİ SIRLAR!..
Bindiğimiz araca REO dendiğini yolda öğrendim...
Hava iyice kararmıştı ve biz iki asteğmen aracın şöför mahallinde diğer arkadaşımız Mehmet Asteğmen ise yer olmadığından askerlerle birlikte yolculuk yapmak zorunda kalmıştı. Araç hoplaya zıplaya ilçeden uzaklaşıyor sanki önümüzde up upuzun bir yol gibi uzanan gaibe doğru hareket ediyordu. Askerlerin hepsi uçsuz bucaksız hudut boylarında görev yapmalarından dolayı gözüme dünyanın en cesur askerleri olarak görünüyordu. İstediğini yapmaya müsait bir hayattan insanların hayatlarında belki hiçbir zaman görmeyecekleri yarı çöl görünümündeki bu topraklara gelip burada zorunlu da olsa bir hayat kurmayı havsalama sığdıramıyordum. Hele kabına sığamayan bir insan için canlı mezara girmek gibi bir şeydi buralar...
Biz yola çıkar çıkmaz gökten delice bir yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmur değil adeta üzerimize göl boşanıyordu. Bu arada çaktırmadan şoföre dikkat ediyordum. Hiç oralı değildi. Belli ki bu duruma bayağı alışıktı... Yol boyu devam ederken bir anda kapkaranlık bir yola girdik. Sanki dünyadan tecrit edilmiş sonumuzun ne olduğunu bilmediğimiz ruhlar âleminde seyir ediyorduk. Bu kapkaranlık yol uzadıkça yüzümdeki endişe belli olmasın diye arada bir sırıtıp sözde şirin görünmeye çalışıyordum. Cesur biri olduğuma inanırdım ama ilk defa kendimi onlarca canlı ölüyle birlikte hareket ediyor gibi hissettim. Bunu teyit etmemek için olacak yanımdaki Ramazan Asteğmene “Sayın karakol komutanı ne hissediyorsun?” diye sordum.
Maksadım konuşmak değildi komik gelecek ama yaşadığımıza kendimizi inandırmaktı. Yola çıktığımızdan beri konuşmayan araç şoförü böylesine şehir hayatından tecrit edilmiş mıntıkanın verdiği büyük bir ciddiyet içindeydi. Ramazan Asteğmenin cevabını beklemediğim soruma cevap vermesi üzerine bu kuruntudan biraz olsun kurtuldum; “Neresi kardeşim burası, abicim ben burada kafayı yerim yaaa. Aha bak dışarıda hayaletler var...”deyince güleceğim geldi. İşaret ettiği yere döndüğümde ise yere çökmüş yeşil yağmurluklarıyla üç kişi gördüm. Üstelik sırtları da bize dönüktü.
“Komutanım onlar nöbete giden askerler yerleri belli olmasın diye kurallara göre böyle çökme yaparlar. Şu anda nöbet değiştirme saati..”
Aaa şoför konuşmuştu; hakikaten konuşmuştu...
“Peki bu yağmurda böyle mi nöbet tutacaklar içerisine girecekleri bir yer yok mu?..” diye sordum.
Güldü:
“Komutanım hudut burası nöbet yerleri sabit olursa asker ya uyur ya da yerini belli eder...”
Anlaşılan işimiz kolay değildi. İçimden sen misin Cenabı Allah’a ; ”Allah’ım beni öyle bir yere düşür ki ömrüm boyunca yapacağım hizmete adeta bir staj yeri olsun. İdare etme ilmini orada ihsas edeyim” diyerekten dua eden, al işte sana tam bir halvet ve riyaziyat yeri dedim..
Şoför, “Komutanım Doğan Karakolu’na giriyoruz sizi beş-on dakika bekleteceğiz” dediğinde doludizgin giden hayali tahlillerimi ancak dizginleyebildim. Bir süredir kendimi sürükleyici bir romanın sayfalarında okunan hayali biri gibi kendimi hissediyordum.
Aracın etrafı bir anda onlarca asker doldu. Bulguru ver, fasulyeyi al, dikkat et tavuklardan yürütmesinler gibi bir sürü kelime bu karanlık ürkütücü havaya karıştı. Aniden bindiğimiz aracın bulunduğumuz yerin kapısına atletli birisi sıçradı ve kapıyı açtı. Askerlerden biri densizlik yapıyor sözde ilk günden bizi hafife alacak deyip sertleşecektim ki, “Hoş geldiniz, ben bu karakolun komutanı Halil Asteğmen...”
İlk bakışta kıyafetini yadırgamıştım. Eğer askerlerin karşısında böyle dolaşıyorsa pek otorite kuramıyor demektir diye düşündüm... Ben daha bu düşüncemi başka bir düşünceye bağlamadan askerlerden biri kendisinden sigara istedi. Tabii benim için kötü bir kanaat oldu. Hem senli benli olup hem de otorite kurmak nasıl olacak. Halil Asteğmenle belli ki bir ağabey gibi sıcak ama tam disiplin verememiş. Üstelik burası hudut, arayı nasıl bulmalı bilmiyorum. Ne sıkmaya gelir ne boş vermeye. Görelim bakalım kaderimize ne yazılmış...
Halil Asteğmen çok güleç yüzlü, hemen insana koşan biriydi. Karakol ortamına yabancılık çektiğimizden dolayı çay içme teklifini kabul etmedik. Görüşmek üzere deyip aracın hareket etmesini bekledik.
Karakolları birer birer geçip Bölük Merkezine vardığımızda karakol komutanlığının hayattaki en zor görevlerden biri olduğunu düşündüm. Üstelik ülkenin en ücra, en susuz en sıcak bölgesinde: “Aman Allah’ım duamı ben mi etmiştim sen mi ettirmiştin!..”
Gözleriyle veda ediyordu...
Yol uzun olduğundan Bölük merkezine girdiğimizde kurt gibi acıkmıştık. Bu yüzden ilk işimiz yemek istemek oldu. Mehmet Asteğmen arkada erzakların olduğu kapalı bölümde askerlerle yolculuk ettiğinden bizim kadar çevreyi görmemiş haliyle de tahlil edememişti. Ancak sohbet ettiğimizde hudutta asker olma psikolojisini bu kısa süre içinde tahlil etmeye çalıştığını söyledi. Ona göre çoğunun ağzı bozuktu ve kendisi yeni olduğu için haliyle tanıyan olmadığından yanında istedikleri gibi konuştuklarını, bu sayede onlardan çok şey öğrendiğini söyledi. Ardından da ilave etti, İnşaallah Yavuz Karakolu’na düşmem. Ne menem bir yermiş öyle, karakol değil adeta Osmanlı’nın son dönemlerindeki yeniçeri ocağı...
Askerlerden duyduklarını anlattığında hepimizin canını sıkılmıştı. Gülelim mi, yoksa bilenelim mi bir türlü anlayamadık. Ama şahsen kadere teslimiyetimin de mücadelemin de yine Allah’ın iradesiyle olacağını düşündüğümden “bekle de gör” taktiğini uygulamaya kararlıydım..
Yemeği mum ışığında yedik. Gelmesi bile bin bir türlü çileyle oldu... Gelince de Mehmet Asteğmen getiren askere “İçine tükürmedin değil mi” dedi. Biz şaşırmaktan çok afalladık. Zira tam sivil iyi aile çocuklara has bir şekilde teşekkür etmeyi hazırlanıyorduk ki, kendimizi ihanete uğrayacak iki saf gibi hissettik. Asker gayri ihtiyari “yok komutanım olur mu öyle şey” dedi ve topuk selamını verip çıkıp gitti.
O gidince Mehmet’e sorduk:
O da içimizde ki en tecrübelimizmiş gibi,
“Dedim ya arabadaki bütün yaptıkların öğrendim. Bazıları böyle yapıp komutanlarından intikam alıyormuş” dedi.
Az evvel gelen askeri gözümün önünde karanlıktan süzebildiğim kadar gözümün önüne getirdim, beden dilinden ihtimal hesapları yaptım doğruyu söylemek gerekirse Mehmet’e tam hak vermesem de yemekleri ikram edişi de dahil olmak üzere bu yemeğin pek yenecek cinsten olmadığına karar vererek fasulye ve bulguradokunmadan biraz ekmekle turşudan yedim..
Çaylarımızı içerken de aynı paranoya üzerimizdeydi. Ancak aklımıza bu negatif düşünceyi sokan Mehmet arkadaşımız nedense çay içerken bu negatif düşünceyi hiç yaşamıyor gibiydi. Tabii bunda çaya aşırı düşkünlüğünün de büyük bir payı vardı. Yani arzu ve istek aklın ve mantığın önüne geçmişti.
Mehmet son derece hevesli bizler ise ucundan ucundan çaylarımızı içerken bölük komutanının postası kendisinin bizleri odasında beklediğini söyledi. Pekiyi niye yanımıza gelmemişti... Demek ki otorite kurulacak yerde değildik!..
Odaya girdiğimizde mum ışığının bir türlü aydınlatamadığı sevimli bir yüzle karşılaştık. Hiç de tasavvur etmediğimiz kadar sevimli ve yumuşak bir yüzdü bu. Mum ışığından kurtulan gölgeler bile yüzüne sertlik veremiyordu.
Hoş geldiniz arkadaşlar ben Sarper Üsteğmen, sizinle aydınlık bir ortamda tanışmak isterdim ama sorumluluğumuzdaki bütün bölgenin elektrikleri kesik. Muhtemel birazdan çatışma başlayacak. Elektrikler kesildi mi hep çatışma olur. O yüzden aniden aranızdan ayrılırsam kusura bakmayın...
Teker teker kendimizi tanıştırdık. Arada bir esprilerle de bizi neşelendirmeye çalışsa da buraların arada bir mayınlı sahadan geçen TCDD’ye ait trenden başka ziyaretçisi olmayan, asıl işi kaçakçı ve terörist kovalamak olan bir hudut olduğundan bahsetti. Üstelik Tabur’da ve Tugay’da da ismi Teksas diye geçen en problemli ve en çatışmalı bölük olduğundan bahsetti. Kendisi bir buçuk yıldır buradaydı ve 6 ayının yüz akıyla bir an önce bitmesi için uğraştığını anlattı.
Gerçi kurduğu cümleler içinde geri kalan bu altı ayın altı sene gibi geleceğini de hissettirdi bize. Çünkü bölgenin rantı en yüksek kaçakçısının kellesini almışlardı ve yakınları da kendisini buradan sağ göndermeyeceklerine and içtiklerini söylemişlerdi. Yiğit birisi olmasına rağmen üzerinden atamadığı bir tedirginliği vardı.
Evliydi ve çok iyi bir eşti. Son derece kibardı. Üstelik askerler tarafından da hem çok seviliyor hem de sayılıyordu. Benim için iyi bir model olabilirdi ancak gene de farklı karakterler taşıyorduk, esinlenebilirdim ama taklit edemezdim...
Gerçi ilk akşam bizlere nerelerde görev vereceğini kafasında tespit etmişti ama ben yine karakola değil de bölük merkezine verilirim diye umutluydum. Ancak o içimizde kiloca en zayıf biraz da kısa ve sempatik olmasından dolayı bölük merkezine Ramazan asteğmeni uygun görmüştü. Bendeniz Tekçe karakolunun yolunu tutarken, Mehmet’te vücut geliştirme sporlarından kendisine hatıra kalan üçgen iri vücudu sayesinde o hep korktuğu Yavuz karakoluna verilmişti. Sarper üsteğmen ona Yavuz’a verilme gerekçesini “Yüzün yeteri kadar sert Mehmet, orayı ancak sen yaparsın” şeklinde izah etmişti. Mehmet üzülmüş ben ise pek sevinmemiştim. Çünkü kim olursa olsun doğrunun karşısında eninde sonunda boyun eğdirebilirim diye düşünüyordum. Ama Tekçe’yi iyi bir havaya soktuktan sonra Yavuz’a da sirayet ederim diye düşünüp Sarper üsteğmenin tasnifine hiç müdahale etmedim.
Karakol da aynasızım...
Artık Karakol komutanıydım…
Bu vasıf ve verdiği sorumluluk beni yüceltiyordu. Ancak, bütün gün karakol sınırları içinde kalmak, üstelik 40–47 dereceye varan sıcağın altında askerlerin uyanmasını beklemek, ardından içtima alıp eğitim yaptırmak, sonra da nöbete çıkışlarını seyretmek gece de bir iki devriye atmak bana göre değildi. Tabiri yakışık alırsa kafayı yemek üzereydim. Gerçi bu psikolojiye saplanıp kalmamak bir de karakol komutanlığının vazifelerini öğrenmem için taburdan bizin bir üst devremiz Kaan Asteğmen yanımdaydı ama ben ne olursa olsun karakola sığamayacağımı biliyordum.
Kaan 15 günlüğüne geldiği için rahattı. Üstelik onun için hava değişimi de sayılırdı burası. Ahlayıp pufladığımı gördükçe, “Canını sıkma alışırsın, bak bütün askerlerin komutanısın. Tabur da olsan asker gibi olurdun...” gibi sözlerle teskin etmeye çalışıyordu.
Bu teskinlerine biraz da latife olsun diye, “İyi o zaman sen burada kal, ben tabura döneyim dedim...” cevap verince biraz bozuldu. Ahvalimi daha iyi anlatabilmek için ardından da şu sözleri ekledim “Ya hu ! Ben üniversite de fakülteye bile gitmezdim sırf sınıfa sığmam diye. Günde üç beş yer değiştirmesem, kilometrelerce yürümezsem deliririm...”
—Bu cümleyi çok acınaklı söylemiş olacağım ki; yüzüme uzun süre baktı. Cevap vermekte zorlandı herhalde...
Bu suskunluğu üzerine devam ettim,
“Üstelik sen daha uyanmadan erkenden kalkıyorum. Ne yapıyorum biliyor musun? Karakolun geri hattındaki tarlalara girip karıncaları kolonilerini izleyip onlarla vakit geçirmeye çalışıyorum. Kaç kere askerler gündüz geçmeye çalışan kaçakçı zannedip ellerindeki silahların kurma kolunu çektiler.. Beni görünce de garipler derdimi anlamış olacaklar ki; “Üzülmeyin komutanım biz alıştık, sizler de alışırsınız üstelik eğlenceli yanları da var” deyip teselli etmeye çalıştılar.
Kaan bu defa sözde konuyu eğlenceli hale getirme ayağıyla; taburda akşam saatinden sonra nasıl serbest kaldıklarını, binbaşının basketbol maçları yaptıklarını, yazın her akşam havuz sefalarını anlattı. Bunları duymak benim iyi bir Ferhat olmama yetmişti bile (!)
Hafakanlarımdan fırsat buldukça çevreye dikkat ediyordum. Karakolda adabıyla dikkatimi çeken Âlim adında son derece terbiyeli, elinden kitap düşürmeyen askerdi. Kaan’ın özel izniyle nöbetleri kendisi yazıyordu. Adaletli tutumuyla askerin de güvenini kazandığından karakol komutanlarının aradığı en iyi yardımcılardan biriydi. Arada bir yemeğimizi yediğimiz kamelyanın çevresine sokuluyor, bazı dini ve milli mevzular üzerine sorular soruyordu. Kaan bu delikanlıyı çok tutmasına rağmen açtığı mevzulardan hiç hoşlanmıyordu. Benim onun sorularına ciddiyetle ve farklı açılardan cevap verdiğimi görünce bazen konuyu değiştirmek istiyor bazen de “Tekçe karakolunun ismi yakında TEKKE KARAKOLU yaparsınız deyip” işi şakaya vuruyordu. Ayrıca aynı odada kaldığımız için namaz kıldığımı biliyor ancak son derece saygılı davranıyordu. Ben de onda bir mümin de olması gereken onlarca vasıf görüyordum ve bu durumu arada bir kendisini takdir etmek maksadıyla ifade ediyordum.
Bazen yüreği sıkılır ya insanın...
Akşam olmuş içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Gene bir şeyler olacak ve biz de kaderin akışını seyredeceğiz diyordum. Bu kuruntularımı arada bir Kaan’a hatırlatıyordum. O da “sıkma canını geçer, canın sıkılmıştır” diyordu.
Çavuş odamıza girip selam verdikten sonra “Komutanım bölük komutanı geliyor karşılayacak mısınız?”dediğinde her ikimizde palaskalarımızı takıp şapkalarımızı elimize aldık. Araç yaklaşırken de şapkalarımızı başımızı giyip beklemeye başladık. Araç tam yanımızda durunca Kaan “Tekçe Karakolu emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım” deyip Sarper üsteğmeni yanında eşi olduğu halde gür bir sesle karşıladı. Ben ise henüz acemilik döneminde olduğum için sadece selam vermekle yetindim. Araçtan sadece Sarper Üsteğmen indi üzerindeki kıyafet sivildi. Yanıma gelip elimi omzuma koyduğunda o güzel sevimli yüzünün adeta vedalaşır gibi baktığını hissettim. Halimi sorarken bile sanki gözlerinin dolacağından korktuğunu hissettim. Bakışlarını küçük bir çocuğun kundağından sıyrılıp sonsuz bir âleme gidiyorken ki bıraktığı bir bakış gibi algıladım... Sadece gözleriyle konuştu diyebilirim. En son Kaan’a, “Hakan’a mümkün mertebe yardımcı ol” diyebildi. Her ikimizin de elini sıkıp akşam devriye de uğrayabileceğini söyleyip ayrıldı. Ben Kaan varken fazla yorulmayayım diye gündüzlere baktığımdan gece yarısı devriyelerinde kendisini göremiyordum. Ama bazen rüya görür gibi sesini duyduğumu anımsıyorum. Bir ara Kaan karakolda ne kadar sıkıldığımı anlatınca, “zavallı çocuk daha neler çekeceğini bir bilse” dediğini duymuştum.
“BÖLÜK VURULDU KOMUTANIM,
BÖLÜK VURULDU…”
Karakol görevine başladığımdan beri Sarper Üsteğmenimi çok az görmeme rağmen gölgesinin bir ağabey gibi üzerimde olduğunu hissediyordum...
Giden aracın arkasından baktım.
Kaan; ben söylemeden duramıyorum, “Dikkat ettin mi Sarper Üsteğmen vedalaşır gibi bakıyordu. Bu akşam kendisine bir şey olacak diye korkuyorum...”
Bu sözü saatler geçtikçe birkaç kere tekrarladım...
O ise hep şaşkınlıkla yüzüme bakıp sustu.
Haydi, beraber devriye atalım sen de rahatlarsın dedi. Sevinçle karşıladım. Pekâlâ devriyeyi bir eğlenceyi çevirebilirdim. Denetlediğimiz askerlerin hayat hikâyelerini öğrenir kâh sevinir kâh üzülürdük. Bu düşünceyle Kaan’dan evvel hazırlandım... Kaan’da hazırlanmış tam çavuşu yanımıza alacaktık ki, Yavuz karakoluyla bizim karakolun sınırında çatışma çıktığının anonsu geldi. Kaan bana sen gelme yenisin, nereye kurşun sıkacağını bile bilemezsin dese de dinletemedi.
Koşacağımız yer 5 kilometrelik kadar uzaktaydı. Mermiler kıpkırmızı bir ateş koru gibi karanlığı yarıyordu. Kaan bir yandan keleş bir yandan G3 sesiniayrıştırıyor, bir yandan da ateş açan nöbetçilerden birinin hep izli mermi kullandığını söyleyerek, “salak yerini belli ediyor” diye söyleniyordu. Bense bir yandan koşup bir yandan bunları nasıl analiz yapabildiğine şaşıyordum.
Askerler de bizimle birlikte nefesleri kesilene kadar koşuyordu. Bir ara yavaşlamak gereğini hissettik. Tekrar koşmaya başladığımızda ise Kaan yüzüme dönüp “Sakın söylediğin olmasın” dedi. Kendimi kötü kehanetçi gibi hissettim:
Sustum…
Nöbetçilerin yanına yaklaştığımızda siperden çıkarak yanımıza koştular. Kaan’a dönerek, “Bölük vuruldu Komutanım” dedi... Kaan yüzüme baktı. Ben de saf saf çok bilmiş edasıyla, “Vay anasını demek Yavuz Karakolu’nu delecekmiş gibi gösterip, bölük merkezinden geçiş yapmışlar haa” deyip sözde akıllıcı bir yorum yaptım. Askerler de Kaan’da sustuğu için kendimi yarım saat boyunca bu işi çabuk öğreniyorsun koçum diyerek de teşvik ettim.
Çatışma kesilip yanımızdan hızla geçen zırhlı aracın içinde Sarper Üsteğmenimin olduğunu öğrenince ise az evvel sergilediğim salaklığın farkına vardım. Oysa Sarper üsteğmenin vurulduğunu söylemek istemişler bunu Kaan anlamış ben anlamamışım. Yarım saattir suskunlukları, belki de karanlığın içinde sakladıkları gözyaşları bundanmış.
Karakola geri döndüğümüzde Kaan bir yandan Sarper Üsteğmen için ağlıyor, bir yandan da artık beni bu karakoldan almazlar deyip başına gelebilecekler için hayıflanıyordu. Onun bu haline hepimiz çok üzüntülü olmasak saatlerce gülebilirdik. O kadar masum o kadar çocuksu bir şekilde hesap yapıyordu ki askerlerle beni katıla katıla gülmekten ancak durumun ciddiyeti engelliyordu.
Herkes o sabahı zor etti…
Şahsen her sıkıntılı olayda kendimi avuttuğum gibi bu defa da “Her şey yazıldığı gibi cerayan ediyor. Yeter ki Allah razı olsun” deyip yarım yamalak da olsa uyumuştum. Sabah olduğunda ise gündüz nöbetçilerinden Sarper üsteğmenin şehid olduğunu eşinin ise üzüntüden perişan olduğunu öğrendim. Zavallı yengemizin çocukları olmadığına belki de ilk defa bu kadar çok üzüldüğünü tahmin edebiliyordum...
Ertesi gün Kaan karakolu bana bırakarak Akçakale’deki merasim törenine gitti. Ben ise verilen emir gereği Karakol’da kaldım. Sevgili dostumun akşama doğru döndüğünde hiç keyfi yoktu. Biraz ağlamaklı biraz da sinirliydi. Takılmak istedim, “Üzülme kardeş bak karakolun eğlenceli tarafları da var, üstelik buranın kralı sensin dilediğin gibi yönetirsin” diyecek oldum, bir süre sonra bunun lüzumsuzluğunu anlayıp sustum. Koskoca 7. Bölük adeta siyah bir çarşafın altında kalmış, gündüzün kaybetmiş gibiydi. Haftalarca böyle gitti diyebilirim...
Bu arada Kaan’da da bir takım değişiklikler olmaya başlamış, Allah, kader, ölüm, öldükten sonra hayat ve bunların bağlantıları hususunda sürekli sorular sormaya başlamıştı. Üstelik namazlarımızı da göz ucuyla sürekli olarak takip ediyordu. Bir başka dikkatimi çeken konu da asker arasında dini mevzulara yakınlığını bildiği onbaşı Âlim’e de büyük ilgi gösteriyordu. Ona sık sık sorular soruyor, Âlim’in sıkıştığı yerlerde konuyu ben izah etmeye çalışıyordum.
Yaz mevsimi yavaş yavaş çekiliyor, kendisini Kışa bırakıyordu. Benim de Kaan’ın yanında staj günlerim bitiyor ve tek başına yöneteceğim bir karakola verileceğim günler yaklaşıyordu. Doğrusu şu ya Kaan’dan hiç ayrılmak istemiyordum. İnançsız ama çok seviyeli bir arkadaştı. İnsan ilişkilerine çok dikkat ediyor, yüzüyle kalbini beraber hareket ettiriyordu. Minyon hoş bir yüz ifadesi, ince uzun güzel bir fiziği vardı. Benden de iki yaş büyüktü. Onunla sohbet emekten çok keyif alıyordum. Hiç bir şeye itiraz etmiyor, ancak katılmadığı fikirlere usulüyle cevap veriyordu. Birbirimizi ikna etmek gibi hiçbir gayretimiz yoktu. İkimiz de olduğumuz gibiydik ve bu durum sanıyorum bende çok onun dikkatini çekiyordu. Çünkü o çevresindeki muhafazakar insanları hep dayatmacı olarak tanımış, benim tavırlarımda bu durumu göremeyince etkilendiğini söylemişti. Üstelik yerinde duramamamdan, askerlerle futbol takımı kurup, onlarla akrep ve yılan tutma yarışmaları yapmamdan ayrı bir keyif aldığını ifade etmişti.
Yaz bitmiş, sonbahara girmiştik. Artık Kaan’la aynı karakol da değil komşu karakollardaydık. Ben önce bölük merkezine alınmış ardından Gülünce Karakolu’na verilmiş Akif teğmenle anlaşamayacağımız olaylı bir şekilde de olsa anlaşılınca Doğan Karakolu’na verilmiştim ki bunu özellikle istemiştim... Burası tabur merkezinden 7. Bölük’e intikal ederken gördüğümüz ilk karakoldu. Tekçe karakolundayken gündüz gözüyle birkaç defa yakından görmüş hem ismini hem de bana göre cazibesini diğer karakollara göre daha çok beğenmiştim. Üstelik bulunduğu çevreye göre içersinde bayağı ağaçta barındırıyordu. Adeta küçük bir kervansaray havası vardı burada.
İlk günler yanımda devrem Ramazan Asteğmen vardı. İlk birkaç gece beraber devriyeye çıktık. Ara hatta da Kaan asteğmenle buluşup beraber sohbet ettik. Ancak Kaan sohbeti fazla uzatırsak karakoldakilerin gemiyi azıya alacaklarından bahsetti. Ona göre askere güvenilmezdi ve her an hem komutanını hem de mıntıkayı satabilirdi. Bu düşüncesini destekleyen bazı olayları da hatırlatınca Ramazan asteğmenle birlikte iyice canımız sıkıldı. Vedalaşıp karakola döndük. Kaan’ın söyledikleri hala kafamızdaydı. Bir ara Ramazan’a “Acaba biz idare eden bir Karakol Komutanı mı, yoksa idare edilen bir Asteğmen miyiz?” diye sordum. O da canı sıkkın bir şekil de; “Hiçbir şey değiliz kardeşim, Türkiye’nin en ucunda, bu lanet yerlere atılmış iki hıyarız...” diye cevap verdi. Sonra da o alışılmış kahkahasına atarak askere seslendi; “Yok mu oğlum kola, gazoz biraz da çerez”deyip aklınca kafa buldu. Ardından da depresif bir kahkaha attı ki şaşkın şakın yüzüne bakmamıza rağmen bizi bayağı rahatlattı.
Üç gün sonra Ramazan da yoktu. Yağmuralan denilen küçük ve bölüğün en vukuatsız karakoluna verilmişti. Artık Doğan Karakol Komutanıydım. Üstelik bu karakol altı ay evvel bir kaçakçıyla birlikte iki eşeğin de kellesini almıştı. Böylelikle daha önce yolgeçen hanı olan kötü şöhretini de kapatmıştı. Tabii bu durumu böyle sürdürmek bana ayrı bir sorumluluk yüklüyordu. Her sabah iz defterine vukuat yoktur yazıp uykuya dalmak kadar şerefli bir uyku henüz daha bilmiyorum.
Bir hafta sonra karakolu toparladığımda gözlemlerimi bitirmiştim. Kararlıydım kendi sitilimi kuracaktım. Ne ağabey ne de eli maşalı “Gestapo” olacaktım?. Sevildiği kadar sayılan ya da sayıldığı kadar sevilen bir karakol komutanı olmaya karar vermiştim. Bunu da ancak ilahi bir cazibeyle yapabilirdim ki bunu bana ancak “Adalet” mefhumunu fiili olarak yaşatmak verebilirdi. O yüzden öncelikle her işte adaleti sağlamakla başladım işe ve bu konuda her türlü cesareti göstermeyi başarmıştım.
Üstelik yan karakolun düzmece bir çatışmayla çıkardığı cesaret denemesinden de on üzerinden on alarak çıkmıştım. Daha ilk günkü çatışmanın ardından taburda ve çevre karakollarda 7. Bölük’e yeni bir deli Asteğmen gelmiş muhabbetleri yapılmaya başlanmıştı bile. 7. Bölük’ün namı değer delisi Niyazi Asteğmendi ki kendisi MP5 silahıyla maç yönetir (Havaya bir mermi faul, iki mermi taç, üç mermi gol dür onun literatüründe), içtiği bira şişelerinden karakola (onun tabiriyle) protokol yolu yapardı. Ancak ben Niyazi değildim. Evet, askerin gözünde psikolojik bir nüfuz kurmuştu ancak bana göre onlara bir misyon verememişti. Asıl mesele askere bir misyon yüklemekti...
Artık Karakolla yüz göz olabilirdim. Uzman Çavuş Mustafa’ya Karakolu toplamasını emrettim. Kılık kıyafetime son dere dikkat ettim, İç Muhafızımız Gürbüz ise botlarımı adeta gece aynası gibi parlattı.Kendi kendimi biraz sinirlendirerek içimdeki heyecanı bastırmaya çalıştım. Çünkü insanın akıcı konuşması için kendimce kontrollü bir gerilim taşıması gerektiğini düşünüyordum.
Evet, artık yüzlerini ancak nöbet sırasında gördüğüm bir kısmını ise denk düşmemesi sebebiyle hiç görmediğim askerlerimin karşısındaydım. İki ay sonra terhis olacak ön saftaydı ve kendilerini 6 ay evvel kelle aldıklarından dolayı (bölgede vurdukları kaçakçı veya teröriste bu tabir kullanılıyordu) ayrıcalıklı görüyorlardı. Ancak onlara bu durumlarını hiç sezdirmemem gerekiyordu. Asker askerdir ve ne kıdemi ne başarısı bir diğerinden ayrıcalıklı tutulmasını gerektirmez. Önemli olan niyetinin her daim iyi olmasıydı ki bence asıl başarı da budur. Nice iyi niyetli insanlar vardır ki gönüllerinden geçeni yapamamışlardır peki yapamadılar diye bu insanları ezmek mi gerekir. Dedim yi galip olan niyetlerdir bana düşen de bu niyetleri keşfetmek ve yönlendirmek...
“Arkadaşlar buradaki asli vazifemiz, eşimizin, anamızın, kız kardeşimizin yatak odasını haliyle namusunu bekliyormuş gibi hareket etmektir” şeklinde bir cümleyle başladım konuşmaya. Askerler hiç ummadığı bu giriş karşısında adeta çivilenmiş gibi bakıyorlardı, ben ise kelimelere değil kelimeler bana hâkimmiş gibi konuşuyordum “Hanginiz evinin, mahreminizin olduğu odanın kapısını açık bırakıp da yatabilir. Böyle yapana çok özür dilerim ama p..evenk demezler mi?.. Peki hanginiz kaç tane ananın, bacının, gelinin namusuna giden bu kapılarda nöbet tutuğunun farkında. Kaçınız hem fikir hem de maddi ırza tasallut edeceklerin önünde engel olduğunun şuurunda. Şunu iyi biliniz ki, benim yapacağım en şerefli vazife bu mıntıkadan değil bu şeytanları geçirmek gölgelerini bile bu iz tarlalarına, dikenli tellere düşürmemektir. O sebeple her hareket daha çıban olmadan sivilceyken patlatılacaktır. Bütün eğitim faaliyetlerinizi asgariye alıyorum, asli olan gece ve gündüz namus bekçiliğinizdir, kendi rahatınızı kendiniz tayin edeceksiniz. Eğer vereceğim karalara ve bu söylediklerime inanmayan, yürüyüşüme, saçımın duruşunu veya herhangi bir durumuma kafasına takan kim varsa rütbemi çıkarıyorum. Kendini tatmin duygusunu ona tattırıp beni dövmek ve sövmek isteyenle dövüşeceğim. Ta ki burada bulunuşumun gayesinin havadan gelmiş veya kader deyip önüne geçemediğiniz bir durumdan ibaret olmadığını size ispatlamaya hazırım. Hiç kimseye yetkiyle nüfuz etmedim ve etmem. Ben rütbelerimi kalbime takarım ve bir daha da söktürmem. Denemek isteyen top sahasına gelsin...”
Uzman çavuş yanıma geldiğinde askerlerin ki bunlar üs tertiplerde muhakkak bir yandan duygulandıklarını bir yandan da üzüldüklerini söyledi. “Asteğmen, bizim kendi arkasından bir takım olaylar tezgahlayacağımızı veya biz ne karakol komutanları gördük tarzında davranacağımızı düşündü “ demişler. Oysa benim amacım bütün ihtimallerin önünü şimdiden kapamaktı ki birkaç ufak kıpırdanışı söylediğim gibi halledince karakola tam bir hakimiyet sağlamıştım...
Karakolda tam bir adalet sağlamaya çalışıyorduk. Bu amaçla biraz bozulsa da uzman çavuş ve ben dahil askerden farklı olarak en ufak bir şey ne yiyor ne de içiyorduk. Gece nöbete çıktığımda askerlik öncesi hayatları hakkında uzun uzun muhabbet ediyordum hatta birçok asker devriyeye ne zaman çıkacağımı merakla bekler olmuştu. Böylece bir ay içinde hemen hemen hepsinin tüm geçmişini aşağı yukarı öğrenmiş karakterlerini tespit etmiştim. Şimdi sıra yerinde istihdama ve morallerini yüksek tutacak faaliyetlere gelmişti.
Biz bunları yaparken yan karakollarda sık sık olaylar çıktığını duyuyorduk. Hem sağımız da ki hem de solumuzdaki karakollardan birçok kere çatışma çıktı biz de ise tık yoktu. İlk üç ayda bütün yoklamalara anında cevap vermiş adeta avlamak için tavşan arayan avcı gibi olmuştuk ki “Elimden geldiğince bu psikolojiyi kaçakçı veya teröristlere vermeye çalıştım. Kalben de bunu vermek için çaktırmadan bazı şovlar da yapıyorduk ki bunlardan biri de gündüz ve geceleri mıntıkamızın dışında olmasına rağmen hareket beklediğimiz yerlere yaptığımız ani baskın ve yoklama atışlarıydı.
Uykumda rüya görmüştüm. Kaan’ın askerlerinin birbirlerine kurşun sıktıklarını görmüştüm. Karakol karanlıklar içindeydi ve çok sıkıntılı bir ruh halinde birbirlerine izli mermilerle ateş ediyorlardı. Tabii gece görev yaptığımız için sabah iz alındıktan sonra uyuyorduk. Kalktığımda öğlen olmuştu sembolik bir eğitimden sonra yemeğimi yedim. Tam Yağmuralan Karakolundan Mehmet uzman çavuşun çarşı izni sırasında geçerken bıraktığı dergilere bakacaktım ki aklıma gördüğüm rüya geldi. Telefon askerlerin olduğu bölümde olduğu için konuşmalarımızı buradan yapıyorduk o yüzden askerler her konuşmamayı duyabiliyordu özel konuşmalar dahil onlardan hemen hemen hiçbir şeye saklamadığım için Kaan’a, “Kaan askerlerine çok dikkat et. Onları çok huzursuz görüyorum. Sen de birilerinin ağzına uyup onları çok sıkma, üzüldüğünü görmek istemiyorum” dedim..
Kaan hiç beklenmeyecek derecede söylediklerimi dikkate alıp; “Aman hocam yapma gene ne gördün Allah aşkına söyle!..”
“Önemli değil Kaan, sadece bir his, sadece askerlerine dikkat et, bir de birbirlerine şakayla da olsa silah doğrultmasınlar”
Hakan lütfen açık konuş ne gördün?..
Kaancığım kadere inanmaya mı başladın herhalde...
Güldü ve telefonu kapattı.
Mıntıka da son derece sıkıcı bir hava vardı. Hava serindi ama nedense içimiz sıkılıyordu. Üzerimizde bir bela bulutu dolanıyordu ve onu defetmek için büyüklerimizden öğrendiğim duaları sürekli tekrar ediyordum. Kendimi iyiden iyiye kaptırdığı bir anda Çavuşum Turan, heyecanla kapıyı vurarak, “Komutanım Kaan Asteğmenin askerleri birbirini vurmuş, telefonda sizin yanınıza gelmenizi istedi” dedi.
Hayy Allah deyip muhafız Mehmet’i yanıma alıp yan karakola yürümeye başladık. Biz yoldayken bölük komutanının jeepi son sürat yanımızdan geçti. Anladık ki yaralı asker veya askerler içersinde.
Karakola vardığımda odasında Kaan’ı adeta yıkılmış vaziyette gördüm. Masaya yaslanmış arada bir içtiği sigara inceliğindeki purosunu adeta emiyordu. Kendisine seslenmeden içeriye girdiğimi dahi fark etmedi... “Geçmiş olsun Kaan” diyince kendine geldi, ardından da “Nerede kaldın” deyip boynuma sarıldı. Sonra da hafif acılı bir tebessümle “Nedir bu senin şom ağzından çektiğim “dedi.
Bu defa tebessüm eden ben oldum, “Ne yapabilirim ki Kaan Yaradan kadere delil olsun diye benim şom ağzımı yaratmışsa...” Bu söz üzerine alındığımı sanarak “Şaka yapıyorum sen benim kardeşimsin” dedi. Sonra da tüm bildiğim hadiselerle birlikte kader mevzusunu anlatmamı istedi.
Halinden, dudaklarından dökülen kelimelerden anladım ki Kaan kendini tarif edecek, belki de tanımlayacak birini arıyordu. Üstelik kendiyle baş başa kalmaktan da korkuyordu. Zaten hudutta insanın en çok sıkan kendiyle uzun süre baş başa kalması değil miydi?.. Burası adeta bir halvet yeri gibiydi. Oysa, bu yollardan daha önce geçmiş yol göstericiler olmadan riyaziyeye de halvete de girilmez diki. İnsanın deli olacağı gelir. Tek çare Mürşidim Sensin Allah’ım deyip ona teslim olmaktır. Ancak bu duayı hatıra getirip etmek bile ayrı bir lütuf...
Gecenin geç vakitlerine kadar Kaan’ı teskin etmeye çalıştım. Zaman zaman acı bir dudak büküşle de olsa güldürdüm. Ancak istediği mevzulara hiç girmedim. Zira kader ona kendisini zaten yeterince tarif ediyordu. Dereyi kelimelerle bulandırmamak gerekiyordu ki bendeniz de öyle yaptım.
Askerleri yalnız bırakmamak, vazifemin başında olmak için ayrılmak istediğimde daha fazla tutmadı. Çünkü mıntıkayı namus meselesi yaptığımı biliyordu. İz tarlasında vukuat olmadığını görüp o deftere “vukuat yoktur” yazısının hayatımda yazdığım en anlamlı ve en şerefli kelimeler olduğunu ona anlatmıştım. O da bu konuda çok titizdi ve beni saygıyla karşılayıp kendi karakolumun sınırına kadar uğurladı...
Hepimiz mıntıkada yaşanan bir takım hadiselerin hikmetini az çok fark edebiliyorduk. Buraya askerlik görevi örtüsü altında pişmeye geldiğimizi anlayabiliyorduk. Hudutta görev yapmanın her kula nasip olamayacağının idrakindeydik ve “Hudut Aslanları” şiirini sicim sicim ter, oluk oluk gözyaşlarıyla yazmaya başlamıştık artık...
Hudut Aslanları
Biz sınır tellerine gözlerini mandallamış
Nazar boncuğu hudut aslanlarıyız
Geceyi, ayazı...
Çığlığı yüreğinde kundaklamış
Gözyaşları donmuş bir anayız.
Kimimiz iftar açar yollardaki sulardan
Kimimiz yıldızları kemirir açlıktan
Onlar der güneş;
Onlardır beni doğuran
Uykusuna, rüyasına pranga vuran.
Ne ağlar kıvrılan yüreğim nehir nehir
Ne güler gözlerim ıslak ıslak
Bu uçsuz mekânlarda kurulan kutsi şehir
Güvercin boşaltır geceye çırılçıplak.
Her gece binlerce gül açar mıntıkalarda
Ter ter devriye kokar kuleler
Tezkereciler anılır ağıt tutan taşlarda
Devrem, tertibim;
Şimdi nerdeler?..
Urfa’da, Akçakale’de karakolum Doğan
Her şafak bir güneş eker gökyüzüne
Her şafak bir Mehmettir Türkiye
Ve ben toprağına karışan,
Askeriniz Hakan... EMREDİN!
1994 Mart /Akçakale
HAKAN YILMAZ ÇEBİ
Yayına Hazırlanan
YAKAZA ADAMLARI KİTABINDAN…
Bu haber 8150 defa okunmuştur.