7. BÖLÜK/ DOĞAN KARAKOLU VE SINIRÖTESİ SIRLAR!..
Bindiğimiz araca REO dendiğini yolda öğrendim...
Hava iyice kararmıştı ve biz iki asteğmen aracın şöför mahallinde diğer arkadaşımız Mehmet Asteğmen ise yer olmadığından askerlerle birlikte yolculuk yapmak zorunda kalmıştı. Araç hoplaya zıplaya ilçeden uzaklaşıyor sanki önümüzde up upuzun bir yol gibi uzanan gaibe doğru hareket ediyordu. Askerlerin hepsi uçsuz bucaksız hudut boylarında görev yapmalarından dolayı gözüme dünyanın en cesur askerleri olarak görünüyordu. İstediğini yapmaya müsait bir hayattan insanların hayatlarında belki hiçbir zaman görmeyecekleri yarı çöl görünümündeki bu topraklara gelip burada zorunlu da olsa bir hayat kurmayı havsalama sığdıramıyordum. Hele kabına sığamayan bir insan için canlı mezara girmek gibi bir şeydi buralar...
Biz yola çıkar çıkmaz gökten delice bir yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmur değil adeta üzerimize göl boşanıyordu. Bu arada çaktırmadan şoföre dikkat ediyordum. Hiç oralı değildi. Belli ki bu duruma bayağı alışıktı... Yol boyu devam ederken bir anda kapkaranlık bir yola girdik. Sanki dünyadan tecrit edilmiş sonumuzun ne olduğunu bilmediğimiz ruhlar âleminde seyir ediyorduk. Bu kapkaranlık yol uzadıkça yüzümdeki endişe belli olmasın diye arada bir sırıtıp sözde şirin görünmeye çalışıyordum. Cesur biri olduğuma inanırdım ama ilk defa kendimi onlarca canlı ölüyle birlikte hareket ediyor gibi hissettim. Bunu teyit etmemek için olacak yanımdaki Ramazan Asteğmene “Sayın karakol komutanı ne hissediyorsun?” diye sordum.
Maksadım konuşmak değildi komik gelecek ama yaşadığımıza kendimizi inandırmaktı. Yola çıktığımızdan beri konuşmayan araç şoförü böylesine şehir hayatından tecrit edilmiş mıntıkanın verdiği büyük bir ciddiyet içindeydi. Ramazan Asteğmenin cevabını beklemediğim soruma cevap vermesi üzerine bu kuruntudan biraz olsun kurtuldum; “Neresi kardeşim burası, abicim ben burada kafayı yerim yaaa. Aha bak dışarıda hayaletler var...”deyince güleceğim geldi. İşaret ettiği yere döndüğümde ise yere çökmüş yeşil yağmurluklarıyla üç kişi gördüm. Üstelik sırtları da bize dönüktü.
“Komutanım onlar nöbete giden askerler yerleri belli olmasın diye kurallara göre böyle çökme yaparlar. Şu anda nöbet değiştirme saati..”
Aaa şoför konuşmuştu; hakikaten konuşmuştu...
“Peki bu yağmurda böyle mi nöbet tutacaklar içerisine girecekleri bir yer yok mu?..” diye sordum.
Güldü:
“Komutanım hudut burası nöbet yerleri sabit olursa asker ya uyur ya da yerini belli eder...”
Anlaşılan işimiz kolay değildi. İçimden sen misin Cenabı Allah’a ; ”Allah’ım beni öyle bir yere düşür ki ömrüm boyunca yapacağım hizmete adeta bir staj yeri olsun. İdare etme ilmini orada ihsas edeyim” diyerekten dua eden, al işte sana tam bir halvet ve riyaziyat yeri dedim..
Şoför, “Komutanım Doğan Karakolu’na giriyoruz sizi beş-on dakika bekleteceğiz” dediğinde doludizgin giden hayali tahlillerimi ancak dizginleyebildim. Bir süredir kendimi sürükleyici bir romanın sayfalarında okunan hayali biri gibi kendimi hissediyordum.
Aracın etrafı bir anda onlarca asker doldu. Bulguru ver, fasulyeyi al, dikkat et tavuklardan yürütmesinler gibi bir sürü kelime bu karanlık ürkütücü havaya karıştı. Aniden bindiğimiz aracın bulunduğumuz yerin kapısına atletli birisi sıçradı ve kapıyı açtı. Askerlerden biri densizlik yapıyor sözde ilk günden bizi hafife alacak deyip sertleşecektim ki, “Hoş geldiniz, ben bu karakolun komutanı Halil Asteğmen...”
İlk bakışta kıyafetini yadırgamıştım. Eğer askerlerin karşısında böyle dolaşıyorsa pek otorite kuramıyor demektir diye düşündüm... Ben daha bu düşüncemi başka bir düşünceye bağlamadan askerlerden biri kendisinden sigara istedi. Tabii benim için kötü bir kanaat oldu. Hem senli benli olup hem de otorite kurmak nasıl olacak. Halil Asteğmenle belli ki bir ağabey gibi sıcak ama tam disiplin verememiş. Üstelik burası hudut, arayı nasıl bulmalı bilmiyorum. Ne sıkmaya gelir ne boş vermeye. Görelim bakalım kaderimize ne yazılmış...
Halil Asteğmen çok güleç yüzlü, hemen insana koşan biriydi. Karakol ortamına yabancılık çektiğimizden dolayı çay içme teklifini kabul etmedik. Görüşmek üzere deyip aracın hareket etmesini bekledik.
Karakolları birer birer geçip Bölük Merkezine vardığımızda karakol komutanlığının hayattaki en zor görevlerden biri olduğunu düşündüm. Üstelik ülkenin en ücra, en susuz en sıcak bölgesinde: “Aman Allah’ım duamı ben mi etmiştim sen mi ettirmiştin!..”
Gözleriyle veda ediyordu...
Yol uzun olduğundan Bölük merkezine girdiğimizde kurt gibi acıkmıştık. Bu yüzden ilk işimiz yemek istemek oldu. Mehmet Asteğmen arkada erzakların olduğu kapalı bölümde askerlerle yolculuk ettiğinden bizim kadar çevreyi görmemiş haliyle de tahlil edememişti. Ancak sohbet ettiğimizde hudutta asker olma psikolojisini bu kısa süre içinde tahlil etmeye çalıştığını söyledi. Ona göre çoğunun ağzı bozuktu ve kendisi yeni olduğu için haliyle tanıyan olmadığından yanında istedikleri gibi konuştuklarını, bu sayede onlardan çok şey öğrendiğini söyledi. Ardından da ilave etti, İnşaallah Yavuz Karakolu’na düşmem. Ne menem bir yermiş öyle, karakol değil adeta Osmanlı’nın son dönemlerindeki yeniçeri ocağı...
Askerlerden duyduklarını anlattığında hepimizin canını sıkılmıştı. Gülelim mi, yoksa bilenelim mi bir türlü anlayamadık. Ama şahsen kadere teslimiyetimin de mücadelemin de yine Allah’ın iradesiyle olacağını düşündüğümden “bekle de gör” taktiğini uygulamaya kararlıydım..
Yemeği mum ışığında yedik. Gelmesi bile bin bir türlü çileyle oldu... Gelince de Mehmet Asteğmen getiren askere “İçine tükürmedin değil mi” dedi. Biz şaşırmaktan çok afalladık. Zira tam sivil iyi aile çocuklara has bir şekilde teşekkür etmeyi hazırlanıyorduk ki, kendimizi ihanete uğrayacak iki saf gibi hissettik. Asker gayri ihtiyari “yok komutanım olur mu öyle şey” dedi ve topuk selamını verip çıkıp gitti.
O gidince Mehmet’e sorduk:
O da içimizde ki en tecrübelimizmiş gibi,
“Dedim ya arabadaki bütün yaptıkların öğrendim. Bazıları böyle yapıp komutanlarından intikam alıyormuş” dedi.
Az evvel gelen askeri gözümün önünde karanlıktan süzebildiğim kadar gözümün önüne getirdim, beden dilinden ihtimal hesapları yaptım doğruyu söylemek gerekirse Mehmet’e tam hak vermesem de yemekleri ikram edişi de dahil olmak üzere bu yemeğin pek yenecek cinsten olmadığına karar vererek fasulye ve bulguradokunmadan biraz ekmekle turşudan yedim..
Çaylarımızı içerken de aynı paranoya üzerimizdeydi. Ancak aklımıza bu negatif düşünceyi sokan Mehmet arkadaşımız nedense çay içerken bu negatif düşünceyi hiç yaşamıyor gibiydi. Tabii bunda çaya aşırı düşkünlüğünün de büyük bir payı vardı. Yani arzu ve istek aklın ve mantığın önüne geçmişti.
Mehmet son derece hevesli bizler ise ucundan ucundan çaylarımızı içerken bölük komutanının postası kendisinin bizleri odasında beklediğini söyledi. Pekiyi niye yanımıza gelmemişti... Demek ki otorite kurulacak yerde değildik!..
Odaya girdiğimizde mum ışığının bir türlü aydınlatamadığı sevimli bir yüzle karşılaştık. Hiç de tasavvur etmediğimiz kadar sevimli ve yumuşak bir yüzdü bu. Mum ışığından kurtulan gölgeler bile yüzüne sertlik veremiyordu.
Hoş geldiniz arkadaşlar ben Sarper Üsteğmen, sizinle aydınlık bir ortamda tanışmak isterdim ama sorumluluğumuzdaki bütün bölgenin elektrikleri kesik. Muhtemel birazdan çatışma başlayacak. Elektrikler kesildi mi hep çatışma olur. O yüzden aniden aranızdan ayrılırsam kusura bakmayın...
Teker teker kendimizi tanıştırdık. Arada bir esprilerle de bizi neşelendirmeye çalışsa da buraların arada bir mayınlı sahadan geçen TCDD’ye ait trenden başka ziyaretçisi olmayan, asıl işi kaçakçı ve terörist kovalamak olan bir hudut olduğundan bahsetti. Üstelik Tabur’da ve Tugay’da da ismi Teksas diye geçen en problemli ve en çatışmalı bölük olduğundan bahsetti. Kendisi bir buçuk yıldır buradaydı ve 6 ayının yüz akıyla bir an önce bitmesi için uğraştığını anlattı.
Gerçi kurduğu cümleler içinde geri kalan bu altı ayın altı sene gibi geleceğini de hissettirdi bize. Çünkü bölgenin rantı en yüksek kaçakçısının kellesini almışlardı ve yakınları da kendisini buradan sağ göndermeyeceklerine and içtiklerini söylemişlerdi. Yiğit birisi olmasına rağmen üzerinden atamadığı bir tedirginliği vardı.
Evliydi ve çok iyi bir eşti. Son derece kibardı. Üstelik askerler tarafından da hem çok seviliyor hem de sayılıyordu. Benim için iyi bir model olabilirdi ancak gene de farklı karakterler taşıyorduk, esinlenebilirdim ama taklit edemezdim...
Gerçi ilk akşam bizlere nerelerde görev vereceğini kafasında tespit etmişti ama ben yine karakola değil de bölük merkezine verilirim diye umutluydum. Ancak o içimizde kiloca en zayıf biraz da kısa ve sempatik olmasından dolayı bölük merkezine Ramazan asteğmeni uygun görmüştü. Bendeniz Tekçe karakolunun yolunu tutarken, Mehmet’te vücut geliştirme sporlarından kendisine hatıra kalan üçgen iri vücudu sayesinde o hep korktuğu Yavuz karakoluna verilmişti. Sarper üsteğmen ona Yavuz’a verilme gerekçesini “Yüzün yeteri kadar sert Mehmet, orayı ancak sen yaparsın” şeklinde izah etmişti. Mehmet üzülmüş ben ise pek sevinmemiştim. Çünkü kim olursa olsun doğrunun karşısında eninde sonunda boyun eğdirebilirim diye düşünüyordum. Ama Tekçe’yi iyi bir havaya soktuktan sonra Yavuz’a da sirayet ederim diye düşünüp Sarper üsteğmenin tasnifine hiç müdahale etmedim.
Karakol da aynasızım...
Artık Karakol komutanıydım…
Bu vasıf ve verdiği sorumluluk beni yüceltiyordu. Ancak, bütün gün karakol sınırları içinde kalmak, üstelik 40–47 dereceye varan sıcağın altında askerlerin uyanmasını beklemek, ardından içtima alıp eğitim yaptırmak, sonra da nöbete çıkışlarını seyretmek gece de bir iki devriye atmak bana göre değildi. Tabiri yakışık alırsa kafayı yemek üzereydim. Gerçi bu psikolojiye saplanıp kalmamak bir de karakol komutanlığının vazifelerini öğrenmem için taburdan bizin bir üst devremiz Kaan Asteğmen yanımdaydı ama ben ne olursa olsun karakola sığamayacağımı biliyordum.
Kaan 15 günlüğüne geldiği için rahattı. Üstelik onun için hava değişimi de sayılırdı burası. Ahlayıp pufladığımı gördükçe, “Canını sıkma alışırsın, bak bütün askerlerin komutanısın. Tabur da olsan asker gibi olurdun...” gibi sözlerle teskin etmeye çalışıyordu.
Bu teskinlerine biraz da latife olsun diye, “İyi o zaman sen burada kal, ben tabura döneyim dedim...” cevap verince biraz bozuldu. Ahvalimi daha iyi anlatabilmek için ardından da şu sözleri ekledim “Ya hu ! Ben üniversite de fakülteye bile gitmezdim sırf sınıfa sığmam diye. Günde üç beş yer değiştirmesem, kilometrelerce yürümezsem deliririm...”
—Bu cümleyi çok acınaklı söylemiş olacağım ki; yüzüme uzun süre baktı. Cevap vermekte zorlandı herhalde...
Bu suskunluğu üzerine devam ettim,
“Üstelik sen daha uyanmadan erkenden kalkıyorum. Ne yapıyorum biliyor musun? Karakolun geri hattındaki tarlalara girip karıncaları kolonilerini izleyip onlarla vakit geçirmeye çalışıyorum. Kaç kere askerler gündüz geçmeye çalışan kaçakçı zannedip ellerindeki silahların kurma kolunu çektiler.. Beni görünce de garipler derdimi anlamış olacaklar ki; “Üzülmeyin komutanım biz alıştık, sizler de alışırsınız üstelik eğlenceli yanları da var” deyip teselli etmeye çalıştılar.
Kaan bu defa sözde konuyu eğlenceli hale getirme ayağıyla; taburda akşam saatinden sonra nasıl serbest kaldıklarını, binbaşının basketbol maçları yaptıklarını, yazın her akşam havuz sefalarını anlattı. Bunları duymak benim iyi bir Ferhat olmama yetmişti bile (!)
Hafakanlarımdan fırsat buldukça çevreye dikkat ediyordum. Karakolda adabıyla dikkatimi çeken Âlim adında son derece terbiyeli, elinden kitap düşürmeyen askerdi. Kaan’ın özel izniyle nöbetleri kendisi yazıyordu. Adaletli tutumuyla askerin de güvenini kazandığından karakol komutanlarının aradığı en iyi yardımcılardan biriydi. Arada bir yemeğimizi yediğimiz kamelyanın çevresine sokuluyor, bazı dini ve milli mevzular üzerine sorular soruyordu. Kaan bu delikanlıyı çok tutmasına rağmen açtığı mevzulardan hiç hoşlanmıyordu. Benim onun sorularına ciddiyetle ve farklı açılardan cevap verdiğimi görünce bazen konuyu değiştirmek istiyor bazen de “Tekçe karakolunun ismi yakında TEKKE KARAKOLU yaparsınız deyip” işi şakaya vuruyordu. Ayrıca aynı odada kaldığımız için namaz kıldığımı biliyor ancak son derece saygılı davranıyordu. Ben de onda bir mümin de olması gereken onlarca vasıf görüyordum ve bu durumu arada bir kendisini takdir etmek maksadıyla ifade ediyordum.
Bazen yüreği sıkılır ya insanın...
Akşam olmuş içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Gene bir şeyler olacak ve biz de kaderin akışını seyredeceğiz diyordum. Bu kuruntularımı arada bir Kaan’a hatırlatıyordum. O da “sıkma canını geçer, canın sıkılmıştır” diyordu.
Çavuş odamıza girip selam verdikten sonra “Komutanım bölük komutanı geliyor karşılayacak mısınız?”dediğinde her ikimizde palaskalarımızı takıp şapkalarımızı elimize aldık. Araç yaklaşırken de şapkalarımızı başımızı giyip beklemeye başladık. Araç tam yanımızda durunca Kaan “Tekçe Karakolu emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım” deyip Sarper üsteğmeni yanında eşi olduğu halde gür bir sesle karşıladı. Ben ise henüz acemilik döneminde olduğum için sadece selam vermekle yetindim. Araçtan sadece Sarper Üsteğmen indi üzerindeki kıyafet sivildi. Yanıma gelip elimi omzuma koyduğunda o güzel sevimli yüzünün adeta vedalaşır gibi baktığını hissettim. Halimi sorarken bile sanki gözlerinin dolacağından korktuğunu hissettim. Bakışlarını küçük bir çocuğun kundağından sıyrılıp sonsuz bir âleme gidiyorken ki bıraktığı bir bakış gibi algıladım... Sadece gözleriyle konuştu diyebilirim. En son Kaan’a, “Hakan’a mümkün mertebe yardımcı ol” diyebildi. Her ikimizin de elini sıkıp akşam devriye de uğrayabileceğini söyleyip ayrıldı. Ben Kaan varken fazla yorulmayayım diye gündüzlere baktığımdan gece yarısı devriyelerinde kendisini göremiyordum. Ama bazen rüya görür gibi sesini duyduğumu anımsıyorum. Bir ara Kaan karakolda ne kadar sıkıldığımı anlatınca, “zavallı çocuk daha neler çekeceğini bir bilse” dediğini duymuştum.