Salâvat ve Zikre Dair, Zararlı Alimler...


Açıklama: Mektubat-ı İmam Rabbanî k.s.'den..
Kategori: Tasavvuf - İlim
Eklenme Tarihi: 01 Nisan 2011
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 17:28
Site: Araştırmacı Yazar Hakan Yılmaz Çebi Web Sitesi
URL: http://www.hakanyilmazcebi.com/detay.asp?haberID=201


Salâvat ve Zikre Dair

Bir zamanlar, beşeriyetin en hayırlısı Hz. Peygamber s.a.v.’e bütün çeşitleri ile salâvat getirmekle meşgul idim. Bunlardan peşinen birçok sonuç aldım, fayda gördüm. Bu sayede Hz. Peygamber Efendimize özel velayet sırlarına erdim. Bir süre geçtikten sonra bir isteksizlik hali peyda oldu. Bu dönemde salâvat yerine, Cenab-ı Hakk’ı tespih, takdis ve tehlil ile meşgul olmak bana güzel göründü. Kendi kendime, belki de bunda bir hikmet vardır, bak bakalım ne çıkacak, dedim.

Bir süre sonra Allah Tealâ’nın inayeti ile anlaşıldı ki, bu dönemde zikir ile meşgul olmak salâvat getirmekten daha üstündür. Bu hem salâvat getiren, hem de kendisine salâvat getirilen için böyledir. Bunun iki sebebi var:

Birincisi bir hadis-i kudsîde geçen şu ifadedir:

“Zikrimle meşgul olup da istemeye vakit bulamayan kimseye, isteyenlere verdiğimden daha üstününü veririm.” (Deylemî, el-Firdevs, nr. 4446; Beyhakî, Şu‘abu’l-Îmân, nr. 572-574)
İkincisi ise, zikir Rasulullah s.a.v.’den öğrenilmiştir. Zikirden hasıl olan sevap zikredene gittiği gibi, bir misli de Hz. Peygamber’e gitmektedir. O buyurmuştur ki:

“Kim güzel bir çığır açarsa, o kimseye bunun sevabı ve kendisinden sonra onu uygulayanların sevabı verilir...” (Müslim, Zekât, 21, nr. 1017; İbn Mâce, nr. 203, 207)

Ümmetin işlediği bütün amellerde durum böyledir. Ameli işleyen sevap kazandığı gibi, onun mükafatından bir şey eksilmeksizin, o ameli bildiren ve dinin bir esası kılan Peygamber s.a.v. de aynı mükafatı alır. Bu ameli işleyenin Hz. Peygamber s.a.v.’e yönelik böyle bir niyet etmesi de gerekmez. Fakat aynı zamanda Hz. Peygamber’e de niyet ederse kendi sevabının artmasına sebep olur. Bu artışta da Hz. Peygamber s.a.v.’in hissesinin olduğunda şüphe yoktur.

Şüphesiz, Allah Tealâ’yı zikretmenin asıl maksadı O’nu hatırda tutmaktır. Bundan sevap beklemek ikinci derecede düşünülmelidir. Salâvat getirmekten maksat ise, ihtiyacı talep etmektir. Bu bakımdan aralarındaki fark büyüktür. Hz. Peygamber s.a.v.’e zikir yolu ile akan feyzler, salâvat getirme yolu ile akan feyzlerden kat kat daha fazladır.

Şunun da bilinmesi gerekir ki, bu derece her zikir için geçerli değildir. Bu özellik kabule şayan olan zikre özel bir mertebedir. Bu özelliğe sahip olmayan zikre gelince, salâvat okumak bu zikirden üstündür. Bu durumda salâvattan daha çok bereket gelmesi söz konusudur. Ancak bir kişi eğer kâmil ve kemâle erdirmeye yetkin bir mürşitten zikri almış ve şartlarına uyarak buna devam etmiş ise, bu zikir salâvattan daha faziletlidir.

Bu sebepledir ki, mürşitler başlangıçta müridin zikir dışında bir şey ile meşgul olmasını yasaklamış, farz ve sünnetlerle yetinmesini emretmişlerdir. Sünnetler de, farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan ‘revâtib sünnetler’ olup, nafileler dahi değildir.

Bu izahtan da anlaşılıyor ki, ümmetin hiçbir ferdi, kemalâtta ne kadar yüksek bir dereceye ulaşmış olursa olsun, peygamberi ile aynı seviyede olamaz. Zira onun elde etmiş olduğu bütün kemalât, peygamberinin getirmiş olduğu esaslara tabi olması sayesinde kazanılmıştır.

Zararlı Alimler

Alimlerin dünyaya olan düşkünlüğü, güzel yüzler üzerinde bir leke gibidir. Bu gibi alimlerin ilmi halka fayda verse de kendilerine fayda sağlamaz. Her ne kadar dinin güçlenmesi bunların omuzlarına yüklenmiş olsa da bunun fazla bir önemi yoktur. Zira dini takviye bazen zalim ve günahkâr kimselerin eliyle de olabilir. Nitekim Peygamber s.a.v. Efendimiz buyurmuştur ki:
“Hiç kuşkusuz Allah bu dini günahkâr bir kimse ile de güçlendirip destekleyebilir.” (Buharî, Cihad, 182, Kader, 5; Müslim, İman, 46)

Nitekim kömüre ve ağaca verilen yanma özelliği de çok fayda sağlar ama onlar içlerindeki ateşten bir türlü yararlanamaz. Hatta kötü alimlerin ilimlerinin kendilerine zarar verdiğini bile söyleyebilirim. Çünkü ilimleri sayesinde aleyhlerine deliller tamamlanmış olacaktır.

Peygamber s.a.v. Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü insanların en ağır azap görecek olanı, Allah Tealâ’nın ilminden faydalandırmadığı alimdir.” (Dârimî, es-Sünen, nr. 262; Taberânî, es-Sağîr, nr. 507)

Bu alimlerin ilmi elbette kendilerine zararlı hale dönüşmüştür. Çünkü onlar Allah katında en değerli mevki olan ilim rütbesini yalan dünyanın mal, mevki, eş, dost, makam gibi geçici menfaat sağlama aracı haline getirmişlerdir. Ders ve fetva vermek, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapılır ve makam-mevki, mal ve üstünlük elde etme arzusundan uzak olursa fayda sağlar. Ders ve fetva işinin bu maksatlardan uzak olduğunun işareti, dünyaya rağbet göstermemek, ona değer vermemektir.

Bu musibete tutulmuş olan, dünya sevgisine kapılan alimler dünyalık alimlerdir. Bunlar aynı zamanda kötü alimlerdir. İnsanların en şerlileri ve din hırsızlarıdır. Oysa onlar kendilerini dinin önderi ve halkın en üstünü kabul ederler. Kendilerini doğru yolda sanırlar. Gerçekte yalancıların ta kendileridir.

“Şeytan onları etkisi altına almış ve onlara Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. Bilin ki şeytanın taraftarları ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücadele, 19)

Büyüklerden biri şeytanı insanları saptırma tasasından uzak, bir kenarda otururken görür. Böyle ilgisiz biçimde oturmasının nedenini sorar. Lânetli şeytan şöyle der:

– Zamanın kötü alimleri işimde bana çok büyük destek sağladılar. Benim yerime insanları saptırma işini kendileri üstlendiler. İşte ben de kaygısız tasasız oturuyorum!

Hakikaten din işlerinde baş gösteren her zaaf ve İslâm milletini üstün kılma yolunda gösterilen her kusur, daima kötü alimlerin bereketsizliği ve niyetlerinin bozukluğu sebebiyle olmaktadır.