Metafizik, bütün bir felsefe tarihi boyunca, bir çok merhaleden geçmiş, terim manasının dışında başka anlamlan üzerinde taşımış, oldukça tartışmalı ve üzerinde farklı anlayışların bulunduğu bir kavram olarak karşımıza çıkar. Daha ilk çağlardan yeniçağlara gelinceye değin herbir metafizik tez, bir sonraki tezce inkar edilmiş, çürütülmeye çalışılmış, bununla beraber metafiziğe karşı herbir tavır, belirli türden bir metafiziğe bağlı olmuştur.
Başlangıcından itibaren konusunun maddî olmayan varlığın sahası olması münasebetiyle, maddenin ötesinde madde üstü bir varlığı inkar eden düşünürlerce hor görülen matafizik; modern çağlarda, bilimsel ilerleme fikri üzerinde inşa edilen anlayış çerçevesinde adeta bilimle karşı karşıya bırakılmış, ikisi birbirine zıt, iki farklı kavram olarak boy göstermiştir. Sonuçta bilim karşısında metafizik, ya tamamıyla reddedilmiş, ya da tam tersi bir tutumla, evren muammasını çözmede bilimin çaresizliği gösterilerek ilmin hakikatim inkar ve metafiziğe duyulan ihtiyaçtan bahsedilmeye başlanmıştır.
Genellikle insan, üzerinde yaşadığı dünyayı anlamak ve açıklamak ister. Bunu yaparken, duyuların ve deneyin verdiği sınırlı bilgi ile yetinmek istemez. Sınırsıza, mutlak olana, duyularla algılanmayana yönelir ve onu bilmek ister. Bununla beraber, bahsedilen mükemmel sıfatlardan yoksun olduğunun bilincindedir. Elindeki materyalde, bu alanın bilgisi için yeterli değildir; yalnızca akıl, duyular ve deney… Duyuların bize bildirdiği madde âlemidir (Füzis). Maddî âlemin üzerine çıkabilecek bir güç olan akü; kendisini, duyular ve deneyi aşan bazı meselelerle karşı karşıya kaldığını, gözlemleyebildiği tabiat âleminde enson çözümde maddeye indirgenemeyen bazı problemlerin-ya da meçhulün- varlığını farkeder. Bunun sonucunda da, fizik dünyayı, fizik ötesi ile açıklamaya çalışır. Dolayısıyla metafizik problemlerin muhatabı, doğrudan doğruya insandır. Yine insanın maddî bir yapısı (doğası), ayrıca bu dış varlıktan nitelikçe farklı bir düşünce ve ruh dünyası vardır. însan bu yönüyle fizik ve metafizik olmak üzere iki boyuta sahiptir.
İnsanın bedenden ayrı, bir ruha sahip olduğu fikri insanlık tarihi kadar eski olsa gerektir. Ruh gibi gayrı maddî bir ilkenin varlığına ulaşan akıl, insandaki bu iki boyutun (fizik ve metafizik) hareket noktasıdır. Akıl, tek tek varolan nesnelerden hareketle, en genel tasavvur olan varlık fikrine ulaşır ki bu kavram, ancak kendi kendisi ile tarif edilebilir. Nitekim biz tek tek varolanların bilgisine sahip olabiliriz. Ama umumî anlamda varlık olarak varlığın bilgisi-Kantçı bir yaklaşımla- insan aklının tertip ve kudreti açısından bilinemez. Zira bir şeyi bilmek, onu kendisinden daha yüksek bir kavram yada bir ilke ile açıklamayı gerektirir. Halbuki varlık kavramından daha genel bir tasavvura sahip değiliz.
Böylece varlığı açıklamak ve onun hakkında teoriler ortaya koymak, bize varlığın kendisini vermeyecektir. Buna rağmen bu problem, eldeki verilerden hareketle, filozofun hakikati elde etme çabası ve varlığın “öz” ünü yakalama biçiminde, farklı farklı görüşler şeklinde ortaya konulacaktır. Dolayısıyla meçhulü keşfetme ve metafizik alanda bir takım teoriler ortaya koyma tutkusu insanlık tarihi kadar eskidir.
İnsanın bu temel karekteristiğinden yola çıkarak denilebilir ki, metafiziksiz bir insanlık tarihi düşünülemez veya insanın bulunduğu her dönemde metafizik düşünce, dolayısıyla da felsefe vardır ve daima varolacaktır.Bu sebebledir ki. bu günün pozitivist bilim yorumu, insan ruhunu doyuramamaktadır. Pozitif bilimler, hakkında hüküm veremedikleri, deney sahasına koyamadıkları her şeyi kendi alanlarının dışında bırakmışlar ve çözümünün de kendi işleri olmadığına karar vermişlerdir. Gerçekten de böyle bir karar uygun gibi görünmektedir. Zira bilimler, varlığı parçalayarak onu statik hale getirir ve belli bir yönünü inceler. Sonuçta ise ulaştığı hükme insanı hakim yapar. Halbu ki, metafiziğin konusunu teşkil eden varlık alanı, sınırlı ve sonlu olana tabî değil, hakimdir.
Yukarıda söylenen bir tezi tekrar edersek, bu alan insan aklının şimdiki tertip ve kudreti bakımından bilinemez. Fakat bilinemez olması olmaması anlamına gelebilir mi? Zira metafiziği inkar eden herhangi bir tez de yine metafizik bir tezdir. Üstelik ruhu hiç okşamayan ve doyuruculuğu az olan bir metafizik. Çünkü metafiziğin olmazlığını ileri sürmek için yine duyular ve deneye müracaat etmek gerekir. Duyular ve deney, bu alanda bir bilgi veremeyecekleri için metafiziğin inkarı da bir metafiziktir diyoruz.
Metafizik terimi, ‘fizikten sonra’ manasına gelmektedir. Bu alanın muhtevasıyla ilgilenip, bir felesfe disiplini halinde temellendiren ilk büyük ve sistemli araştırmacısı Aristotales, gerçekte böyle bir isimden habersizdi. O, felsefenin tacı olarak gördüğü ve teorik ilimlerin en yükseği, en şereflisi olarak tanımladığı bu ilme, İlk Felsefe’ adını vermekte ve onu şöyle tarif etmektedir: “Eğer hareketsiz bir cevher varsa, bu cevherin biliminin önce gelmesi ve bu bilimin ilk felsefe olması…ilk olduğundan dolayı evrensel olması gerekir.”
Daha sonra Aristo’nun bütün eserlerini yeni baştan tasnif eden Rodos’lu Andrinikos (MÖ. 70 ila 50 civ.) “îlk Felsefeye dair yazılan “Fizika” bahsinin sonuna kaymasıyla bu eser “Meta ta Fizika” adını almış, böylece bir tesadüf sonucu ortaya çıkan bu tabir, “fizik âleminin ötesinde soyut ve evrensel kavramlarla uğraşan bir felsefe disiplini” olarak literatüre geçmiştir . Bununla beraber “ilk Felsefe”nin konusu ile “fizikötesi” deyimi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Türk-lslâm felsefesi terminolojisinde “Metafizika”nın Arapça karşılığı olmak üzere “el-Felsefet el-Ûlâ” (îlk Felsefe), “Mâba’d el-Tabia” (Fizik’ten Sonra), “Mâverâ el-Tabia” (Fiziğin ötesi), “Mafevk el-tabia” (Fizik üstü) ve “el-llm el îlâhî” (ilahiyât Teoloji) gibi farklı isimler kullanılmışsa da “Mâba’d el-Tabia” deyimi genel kabul görmüş ve literatürde bu şekliyle anılagelmiştir.
Metafiziğin konusu:
Konusunun maddî olmayan varlığın sahası olması münasebetiyle metafizik, çok sayıda anlamı üzerinde taşıyan ve hakkında oldukça farklı telakkilerin bulunduğu bir kavramdır. Bu kelime ile tam olarak ne kastedildiği her filozofun kendi yorumuna bağlı olduğu için onun hakkında ortak bir tarife varmak da mümkün değildir. Nitekim Felsefe Sözlükleri’nde metafiziğin çok farklı tariflerini bulmaktayız .
Bugün metafizik denilince, zihinde uyanan imajlar olarak; bilinmeyen,duyular ve deney hârici olan, bu sebeple de pozitif bilimlerin çözemediği ve dışta bıraktığı problemler alanı akla gelir. Meselâ, Tanrı’nin varlığı ve delilleri, ruh’un varlığı ve ölümsüzlüğü, ölümden sonra başka bir hayatın olup olmadığı gibi… Hatta Amerikalılar, zor anlaşılan bazı sözlerle karşılaştıklarında “Tıpkı Alman Metafiziği” (It’s like German Metaphsics) deyimini latife olarak kullanırlarmış .
Kimilerine göre Metafizik -hele klasik metafizik- kendisini yüksek açıklama ilkelerine dayandırarak, yüksek bir bilgi yöntemi uygulayan bir disiplin, deneyden kurtulmuş ve ona hor gözle bakan spekülatif düşüncedir. Salt düşünüşün yüksek kudretine inanır ve mantığın özünü yanlış anlayarak onu ya yükseklere çıkartır (Panlojizm), ya da büsbütün hor görür (Çeşitli varoluşçu felsefeler). Kimilerine göre ise metafizik, dıştan bağlantıları ancak kavrayabilen yetersiz bir kavram bilgisi yerine, aracısız bilgi “Öz’ü görme”, yani sezgi (intuition) yi koyar .
Rönesans’tan sonra bilimlerin felsefeden bağımsız hale gelmeleri, özellikle 19. yüzyılda kendi prensip ve kânunlarını tesbit ederek felsefe’den kopmaları neticesinde filozoflar, kendi bilim dalları içerisinde felsefe yapmağa başladılar. Felsefeden kopmalarına rağmen, onunla olan ilişkilerini kesemediler. Dolayısıyla artık günümüzde; Biyoloji felsefesi, Fizik felsefesi, Astro-Fizik felsefesi adıyla anılır oldular. Bütün bunlar gösteriyor ki, bilimler ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, çözemedikleri problemlerle karşı karşıya gelince, felsefe yapmak zorunda kalmışlardır. Bu da gösteriyor ki, bilimler ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, metafizik problemler daima varolacaktır. Nitekim Herbert Spencer (1820-1903) bu konuda şöyle demektedir;
“… En uzağa ulaşmış bir keşfin bile sonunda “bunun ötesinde acaba ne var?” sorusu daima karşımıza dikilir ve dikilecektir de… Nasıl ki bir mekân içinde bir mekân tasavvur etmek, sonra da bu sınırın ötesinde gene bir mekân olduğu fikrini yoketmek imkansızsa, “Bu açıklamanın açıklaması nedir?” sorusunu ortadan kaldıracak bir açıklamayı da öylece aklımıza sığdıranlayız” .
Metafizik, ilkçağlardan beri felsefenin özü olarak görülmekte ve ilimler sınıflamasında ilk ssrayı işgal etmektedir. Aristo’ya göre; “Teorik ilimler; Fizik, Matematik ve teoloji (Metafizik) olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan fizik, değişen ve hareket eden nesneleri kendine konu edindiği için madde’den ayrılmaz. Matematik tarif olarak madde’den ayrılsa bile, gerçekte o, madde’ye bağlıdır, ilk ilim (ilk Felsefe’nin konusu ise hem madde’den ayrı, hem de hareketsiz varlıklardır. Şu nokta gözden uzak tutulmamalıdır ki, her hangi bir yerde ilâhîlik varsa bu karakteriyle (yani madde’den ayrı ve hareketsiz olarak) vardır. En yüksek ilmin konusu en yüksek cins olmak gerekir. Şu halde teorik ilimler, diğer bütün ilimlerden daha değerlidir. Fakat bu ilim (Metafizik) teorik ilimlerin en yükseğidir” .
Aristo, “Felsefe varlık ilmidir” demekteydi. Bu anlamda varolanlar ile, yani hususî varlık nevileri ile uğraşan felsefe, bütün varlık nevilerini kuşatan en küllî varlık olarak inceler . Bu manadaki metafiziğe “Ontoloji” adı verilir. Christian Wolf (1679-1715) bu disipline “Philosophia sıve Ontologia” ismini verir. Özellikle bugün, ontoloji’nin problemleri Nikolai Hartmann tarafından yeni baştan ele alınmışlardır.
Aristo’ya göre metafizik, varlığın İlk ilkeleri ve sebepleri” hakkında soru sorar ve araştırır. Her şeyin ilk nedeni Tanrı olduğu için metafizik, aynı zamanda Tanrı hakkında felsefî bir teori, yani teoloji’dir. Bu düşüncesi ise, özellikle ortaçağ hıristiyan ve müslüman filozofların dikkatini çekmiş ve “Metafizik” terimi çok özel bir anlam kazanarak, duyular ve deney üstü, ya da gerçeküstü şeylerin bilgisi olarak kabul edilmiştir .
Bu anlamda metafizik, varlık kavramından hareket etmekle beraber sonuçta teoloji’ye ulaşır. Şöyle ki; Varlık bize iki surette tezahür eder. Maddî varlık, manevî varlık, eşya veya düşünce… Maddî âlem, ruhî âlem. Buradan da metafiziğin bir ilk taksimi çıkar.
Bir taraftan tabiatın metafiziği veya aklî kevniyât (Rasyonel Kozmoloji) dır ki, bu da hayatın ve maddenin mâhiyeti meselesidir. Diğer yandan ruh’un metafiziği yani rasyonel psikoloji’den bahsedilir. Fakat varlığın bu iki manzarası; madde ile ruh, mutlak bir varlığı gerektirir. Daha önceki ikisinin varlık sebebi bunda bulunur. O, bütün varlığın Ilke’si ve Son Gayesidir . Dolayısıyla Mutlak Varlık olan “Tanrı”, metafiziğin odak noktasını teşkil eden en önemli problemidir.
Böylece metafizik, varlığın nasıl yaratıldığı, ruh ve maddenin varoluş sebebi olan Mutlak Varlığın sıfatları ve bunlara ilişkin, duyular ve tecrübe ötesi birçok kavramı kendisine konu edindiğinden, sahası oldukça geniştir. Metafizik,tecrübeden hareket etmekle birlikte reelin aklî izahını yapan felsefe disiplini olmaktadır. Böylece metafizik; ontoloji, rasyonel kozmoloji, rasyonel psikoloji ve teoloji ile bir bütün halinde hepsini içine alır .
Metafiziğin bu yönüne bazı Yeniçağ filozofları şiddetle karşı çıkarlar. Davit Hume (1711-1776), sebep ve netice (Illet-Mâ’lül) arasında apriorik olarak bilinen zarurî hiç bir bağın olmadığını söyleyerek, akılcı metafiziğin dayandığı bu temel ilkeye hücum eder. Ona göre metafizik kitapları ateşe atılmalıdır .
Kant (1724-1804), ise, Hume’nin, metafiziğin dayandığı bu temel ilkeye hücumunun kendisini dogmatik uyuklamalarından uyandırdığını söyleyerek “Salt Aklın Eleştirisi”ni, metafizik bilgi alanında aklın bir eleştirisi olarak düşündü ve metafiziğin eleştirisini Platon ve Aristo’dan beri süregelen ve her seferinde yeniden girişilen bütün denemelere karşı yöneltti ; Biz, nesnelerin hakikatlerini bilemeyiz, sadece dış görünüşleri (fenomen) biliriz. Metafizik sorular, insan aklının şimdiki tertip ve kudreti bakımından çözülemeyecek sorulardır. Aynı şekilde bu filozoflardan asırlarca evvel, bazı islâm sûfîleri ve filozofları, özellikle Ibn el-Arabî (1165-1240) ve Sadreddin Konevî (1210-1274) metafizik agnostisizm üzerinde durmuşlar, fakat metafiziği hiçbir zaman inkar etmemişlerdir . Halbuki. “Pozitivizm”in kurucusu olan Âuguste Comte (1798-1857) metafiziği büsbütün inkar eder. Ona göre metafizikle uğraşmak, ancak tarihin ilk çağlarında insan aklının bir eğilimi olabilirdi.
Metafizik disiplinine yönelik eleştiriler, Yeni-kantçı’lar ve Viyana Çevresinin Mantıkçı Pozitivist filozofları tarafından daha da ileri götürülerek sürdürüldü. Viyana okulunun mantıkçı pozitivistleri R. Carnap, H. Reichenbah, Ph. Frank ve diğerlerine göre, metafizik önermeler, deneye ve duyulara ait olmayan önermelerdir. Önermelerin metafizik nitelikte olması, anlamsız olması ile aynı şeydir .
Bilgi verdiği öne sürülen önerme, iki basamakta anlamlı olmalıdır. Sentaks kurallarına uymalı ve ampirik olarak tahkik edilmeli. Dil’in iki fonksiyonu vardır,
a) Bilgiyi alıp verme, (Bilim, bilgi)
b) Ruh halini dışa vurma, (Şiir, edebiyat, vs.).
Metafizik, mutlak bilgiden, evrenin sarsılmaz temelinden bahsettiğine göre, o ruh halini dışa vurma görevini yapar. Fakat bunu yaparken a’nm malzemesini -Yani bilgiyi alıp verme- kullanır. Bu sebeple metafizik a formu bakımından anlamsız; b görevi bakımından şiir, ama uygun olmayan araçlarla işlenmiş şiirdir . Bu anlayışa sahip olanlar tarafından metafizikçi, yerini bulamamış bir tür ozan olarak tarif edilir.
Bununla beraber, metafizik disiplininin savunucuları yok değildir. Viyana Çevresi’nden olmakla birlikte, görüşleri ile bu çevreden önemli ölçüde ayrılan Karl Popper’de bu anlayış oldukça yumuşamıştır. Ona göre bir antimetafizikçi anlamsız yargıda bulunabileceği gibi bir metafizikçi anlamlı yargıda bulunabilir. Mesela Atomizm ve Darvinizm yararlı bir metafizik görüş olarak ileri sürülmüş ve bilimsel gelişmede yararlı bir rol üstlenmiştir . Bununla birlikte günümüz felsefesinde metafiziğe kapanan kapının yeniden açıldığına şahit olmaktayız. Henry Bergson, bu kapıyı açan filozoflardan biridir.
Nitekim çağdaş Avrupa felsefesinde bugün, bir çok metafizik ekolün varlığından söz edilmektedir. St. Thomas’ın fikirlerinden hareket eden Thomasçüar, Luise Lavelle ve Samuel Alexanderen temsil ettiği Fransız Tin felsefesi, Karl Jaspers gibi bazı Existantialist filozoflar, ayrıca A. Whitehead gibi filozofları bu grup, içerisinde sayabiliriz .
Hakan POYRAZ
Bu haber 7112 defa okunmuştur.